barikat-lar.de

verified_user

The domain barikat-lar.de is for sale. If you are interested, you can buy this domain and contact the domain owner using the form.


Message from the owner
[email protected] [email protected] Afrin İşgaline Hayır! Sömürgeci oligarşi, Kürt ulusunun kendi kendini yönetmesini, özyönetim eksenli demokratik bir statüye kavuşmasını engellemek için, Rojova devrimine saldırıyor, Afrin’i işgal ediyor. Ortadoğu bir uçtan diğer uca, emperyalist saldırı, kışkırtma, işgal, savaş içinde. Birinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası emperyalist ve yerel gerici güçler tarafından çizilen sınırlar, 1990 sonrası yeni bir hegemonya ve nüfuz alanı savaşı içinde yeniden çiziliyor. Bu temelde halklar düşmanlaştırılıyor, mezhep çatışmaları kışkırtılıyor, sadece ekonomik sömürü değil, işgal ve savaşlar halklara dayatılıyor. Bu hegemonya savaşı içinde sadece emperyalist güçler değil, onların işbirlikçisi güçler de bu kan denizinden rant toplamaya çalışıyor, “bölgesel güç” olma, bu paylaşımdan pay kapma savaşı veriyor. Bunun için yeni yeni çeteler kuruluyor, akıl almaz para ve kaynaklar seferber ediliyor, bir dizi kirli ittifak kuruluyor, diplomasi hegemonya kavgasının bir unsuru oluyor, halkların iradesi yok sayılıyor. Tüm bunların karşısında, örgütlü bir halk olarak Kürt halkı, bu çok yönlü saldırıya karşı direniyor, Rojava’da kendi toprağını savunuyor, kendi kendini yönetiyor. Afrin, Rojava devriminin bir parçası olarak, sadece Kürt halkının değil, bölgedeki tüm halk ve inanç sahiplerinin özyönetiminin somutlaştığı bir yerdir. AKP, emperyalist güçlerden destek alarak, kriz içinde iktidara geldi; “özgürlük ve demokrasi” söylemini kullandı, ancak adım adım iktidar odaklarını ele geçirdi, sadece “yukarıdan” değil, aynı zamanda “aşağıdan” yani kitlelerden destek alarak, her fırsatı iktidarlaşma için kullandı. Artık saray etrafında kurumsallaşan açık faşizm söz konusudur. Emperyalist- kapitalist sistem son on yıldır yeni bir kriz sarmalı içindedir, bu kriz sarmalı ülkemize yansımakta, dahası içsel dinamiklerle yeni biçimler almaktadır. Kriz içinde, neo-liberal sömürü tüm sınırlarını zorlamakta, açık, vahşi sömürü işçi ve emekçilere dayatılmakta, sermaye kaba ve vahşi yöntemlerle el değiştirmekte ve yoğunlaşmaktadır. Demokratik hak ve özgürlükler özellikle 7 Haziran seçimleri sonrası bir çırpıda yok sayılmakta, burjuva anlamda bile “hak-hukuk” tasfiye edilmekte, eğitimden sağlığa, spordan çevreye her alan hem sömürü ve rantın hem de baskı ve dayatmanın birer alanı olmaktadır. Artık tüm düzen partileri, parlamento vb kurumlar sadece birer ayrıntıdır, hiçbir işlevi yoktur. 12 Eylül açık faşizminin bir ifadesi olan anayasa artık işlevsizdir, anayasa ve yasalar bir kenara atılıp saray ve onun çıkardığı KHK'ler ile ülke yönetilmektedir. Yüz binler işinden atılmakta, demokratik hakları savunmak “hainlik” olarak saldırı odağına dönüşmekte, sadece açık askeri zor aygıtları değil, sivil ve yarı-sivil yan aygıtlar devreye sokulmakta, tüm medya teslim alınıp sarayın hizmetine sokulmaktadır. İçte bunlar olurken, devlet yeniden açık faşizm ekseninde kurumlaşırken; dışta, tüm kirli unsurlar, ittifaklar kullanılarak, özellikle Kürt halkına karşı açık bir savaş ve işgal dayatılmaktadır. Artık, oligarşi için, Kürt ulusunun özgürlük sorunu sadece sınırlar içinde bir sorun olmaktan çoktan çıktı, aynı zamanda ortadoğu sorununa dönüştü. Bundan dolayı, sadece dağları bombalayıp on binlerce yurtseveri tutuklamakla kalmıyor, yeniden “Kürt yoktur”a dönüyor, Güney Kürdistandaki bağımsızlık referandumuna saldırıyor, Rojava devrimine savaş açıyor. Türk burjuvazisi, doğuşundan bu yana ırkçı ve şövenistir. Doğuşu emperyalizmin kucağında olmuştur ve onun “milliliği” daha küçük halklara, Kürt, Ermeni ve diğer halklara karşıdır. Güçlü karşısında el pençe divandır; Kürt, Ermeni ve diğer ezilen halklara karşı ise üstendir, ırkçıdır, sövenistir. İnkarcıdır, yalan ve demogoji genlerinde vardır, pervasız ve saygısızdır; dün Dersim, Koçgiri, Şeh Sait başkaldırılarında olduğu gibi bugün de aynı yöntemleri, daha gelişmiş biçimde devreye sokmaktadır. Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz. Kürt halkına karşı on yıllar boyu kirli bir savaş yürüten oligarşi, en büyük kötülüğü Türkiye halklarına yapmaktadır. “Hey Amerika” söylemiyle karışık Kürt halkına karşı açık bir kin, nefret ve saldırı, sadece sahte bir anti-emperyalizm değil, aynı zamanda Türkiye halkının anti-emperyalist bilincini dumura uğratmaktır. Türkiye halkı, işçi ve yoksullar milliyetçilik zehiriyle zehirleniyor; böylece sadece sömürü gizlenmiyor, aynı zamanda halklar arasındaki ortak bağlar yıkılıyor, rüşvet ve rant üzerine oturmuş bir iktidar gizlenmeye çalışılıyor. Bir başka ifade ile Kürt halkının özgürlüğünün yok sayılması aynı zamanda Türkiye halkının köleleşmesi anlamına geliyor. Bu düzen böyle sürüp gidemez; bu saldırılara karşı direnmek meşrudur, haktır. Örgütlü Kürt halkı tüm bu saldırı, işgale karşı direniyor. İçte direniyor, dağda, şehirde direniyor; şimdi de Afrin'de direniyor. Afrin işgaline karşı olmak, sömürgeci oligarşin bu kirli savaşına karşı çıkmak demokrat olmanın birinci koşuludur. Afrin işgaline karşı çıkmak, eşitlik ve özgürlük taleplerimize sahip çıkmaktır. Afrin işgaline karşı çıkmak, sarayın iktidarına, pervasızlık ve yalanlarına karşı çıkmaktır. Afrin işgaline karşı çıkmak, Kürt halkıyla, ortadoğu halklarıyla kardeşleşmektir. Faşizme, sarayın iktidarına karşı direnenlere selam olsun; direneceğiz, faşizmi yıkıp halkın iktidar olduğu özgür bir ülke kuracağız. AFRİN İŞGALİNE SON KÜRT HALKI YALNIZ DEĞİLDİR KURTULUŞA KADAR SAVAŞ Ekim Devrimi 100 Yaşında Mahircan Karasansar Ekim Devrimi, insanlık tarihini değiştiren en önemli gelişmelerden biridir. Ekim Devrimiyle birlikte ilk defa geniş yığınlar, kendi kaderlerini çizmek için tarih sahnesine çıktılar. Elbette daha önce de ayaklanmalar, isyanlar yaşanmıştı. Ama bu defa gelip geçici bir durum yoktu ortada. Bundan sonra sömürü yok demişti işçi sınıfı. Bundan sonra patron yok, ağa yok, padişah, kral vb. yok. Olmayacak da. Tarih boyunca hep başkalarının belirlediği yazgıyı yaşamış olan en alttakiler, çalışmaktan başka bir hayat bilmeyenler almıştı bu defa ipleri eline. Önceleri alışılageldiği üzere küçümsendiler. Fazla yaşamaz dendi bu hiç görülmedik iktidar biçimi için. Ama çok dirençli çıktı. Fazla yaşamaz diye küçümseyenler hesaplarını değiştirmek zorunda kaldılar. Bundan sonra ondan kurtulmanın imkansızlığı üzerine yaptılar gelecek hesaplarını. İnsanlığın önünde ise yepyeni bir ufuk açılmıştı. Yeterince iyi örgütlendiklerinde en güçlü, en zalim egemen sınıf iktidarını bile devirebileceklerini gördüler. Çarlık Rusyası Avrupa'da karşı devrimin en büyük gücüydü. Yıkıldı. O halde neden biz de yapmayalım, yapabiliriz, yapmalıyız... Sosyalizm, bir düş, bir proje, bir avuntu, bir düşünce olmaktan çıkmıştı artık. Ete kemiğe bürünmüştü. Somut bir olgu haline gelmişti. Üstelik bunu yapanlar belki de Avrupa'nın en cahil işçi sınıfıydı. Herşeyi Avrupa ölçüsüne vurmaya alışkın olanlar, cehaleti okuma yazma oranı olarak hesapladıkları için burada yanıldılar. Rus köylüsünün sırtındaki kamçı izleri olarak, Rus proletaryasının her direnişinde çarlık ordularının kurşunlarıyla toprağa düşen bedenleri olarak, Sibirya sürgünleri, işkenceler, cezaevlerindeki açlık grevleri... ve burada daha fazla uzatmaya gerek olmayan diğer şeyler olarak Rus emekçilerinin "birikimini" hesaplayamadılar. Bugüne kadar neredeyse her yıldönümünde Ekim Devrimi ile ilgili birçok yazı yazıldı. Bunların birçoğunda devrim birçok yönüyle ele alındı, tarihsel bilgiler anımsatıldı. Bu nedenle bu defa işin bu kısmına fazla değinme gereği bulmuyoruz. Bunun yerine bu devrimin insanlığa armağan ettiği, kendi kaderini yapma pratiği üzerinde duracağız. Tanrı, ya da ona benzer başka bir güç tarafından değil de kendi kaderini kendi belirlemek. Kelimenin gerçek anlamında kölelikten kurtulmak. Geniş emekçi yığınlarına herbiri birer bilinçli ya da bilinçlenebilir insan değil de güdülmesi gereken koyun sürüleri gözüyle bakan egemenler açısından bu durum, en tehlikeli olguydu. Bu bulaşıcı hastalık yayılmaya başlarsa artık kimse, hiçbir güç, hiçbir silah bununla başa çıkamazdı. Hemen işe koyuldular. Parti diktatörlüğü dediler. Toplum mühendisliği dediler. Milleti gaza getiren propagandacılar dediler. Ana bacı tanımayan allahsız kitapsızlar dediler. Bunların hiç birini tutturamadılar. Çünkü kendi pislikleri ortadayken bunların etkisi kısa zamanda yok oluyordu. Çünkü insanlık, artık kendi kaderini kendi eline alabilecek olgunluk düzeyine gelmişti. O halde en büyük enerji, insanlığı bu düzeyin gerisine çekmek için harcanmalıydı. Görev zor, ama hayatiydi. Öncelikli olarak tarihin akışının zorunlu bir sonucu olan devrim düşüncesi bertaraf edilmeliydi. Bilmem neredeki telgraf telleri kesilmese asla gerçekleşemeyecek bir Bolşevik Devrimi masalı uydurdular. Bunu kendileri söylediğinde kimsenin inanmayacağını bildiklerinden solcu gibi görünen ağızlardan yaydılar ortalığa. Yani aslında herşey kötü bir tesadüftü. O kadar. Evet, zaten sağcı olanların etki alanı sınırlı olduğundan "sol"dan darbelenmeliydi bu umut, bu potansiyel. "İktidar"ın kötü birşey olduğu masalı da bunlardan biriydi. Anarşizm bunu uzun zamandır yayıyordu. Ama sosyalizm adına hareket ettiği iddiasında olan "aydın"ların ağzında bu sefalet, daha fazla etki gücü buluyordu. Reel sosyalizm deneyiminin çeşitli hatalarını abartan, çarpıtan ve bunlardan beslenen bu yaklaşım hemen egemen sınıflardan desteğini buldu ve hızla pompalandı emekçilerin düşünce dünyasına. Bizleri sömürenlerin iktidarı kötüydü. İktidar olup biz de onlar gibi kötü mü olalım? İyisi mi biz yine sömürülen olarak kalalım demenin, bu aptalca pasifizmin teorik söylemle parlatılmış halinden ibaret bu yaklaşımın özellikle emperyalist ülkelerin proletaryasında etki bulması doğaldı. Çünkü bu kesimlerde oluşan işçi sınıfı aristokrasisinin halkaları genişledikçe, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olanların sayısı da artıyordu. Bunun beraberinde getirdiği konformizm, iktidar savaşı gibi zorlu ve tehlikeli süreçlere yelken açmayı giderek çok uzak bir tercih haline getiriyordu işçi sınıfı için. Burada sosyalist siyasal hareketin ortaya çıkan bu yeni duruma uyum sağlamada gösterdiği başarısızlık da önemliydi. "Ekonomik altyapı belirleyicidir" önermesinden hareketle, ekonomik ajitasyonu temel alan bu yaklaşım tarzının zaten ciddi bir ekonomik sorun yaşamayan sınıfa vaad edebileceği bir şey yoktu. Zaten arabası olan birine daha iyi bir araba vaad etmek gibi bir şeydi bu. Oysa kapitalizm sadece ekonomik anlamda değil, kültürel, insani, ekolojik, cinsel vb... kısacası yaşamın tüm alanlarında sömürü ve çürüme demekti. Reel sosyalizmin etkisinde olsun ya da olmasın emperyalist metropollerdeki sosyalist hareketin bu potansiyelleri ıskalaması egemen sınıflara yeni çatlaklar yaratmak için büyük fırsatlar verdi. İnsanı/toplumu tüm ihtiyaçları ve özlemleriyle bir bütün olarak kavramaktan uzak sosyalizm anlayışı, 68'e seyirci kaldı. Daha sonrasında da hep seyirci oldu. Oysa sosyalizm seyircilerin değil, sahnedeki oyuncuların ideolojisidir. Sözkonusu yanılgıya, tekyanlılığa düşmemiş olan sosyalizm anlayışları ise 68'den güç alarak köklerini toplumun derinliklerine yayabildiler. Ülkemiz de dahil olmak üzere dünyanın birçok yerinde hala sosyalizm bayrağını dalgalandıranlar ya da şu veya bu biçimde soldan yana bir değer üretebilenler, bu anlayışın doğrudan veya dolaylı uzantılarıdır. Ve bu anlayışın en güçlü akımları, emperyalist metropollerden oldukça uzak coğrafyalarda ortaya çıkıp gelişmişlerdir. İnsanlığın gelişimini temsil edenler yine hor görülenler oldu. Dünyanın kırları da denilen sömürge ulusların halkları, emperyalizme karşı geliştirdikleri ulusal kurtuluş savaşları ile sosyalizme yeni bir soluk borusu açtılar. Ama ekonomik indirgemeci sosyalizm anlayışının etkisiyle bu soluk borusundan gelen oksijeni ciğerlerine doldurup kendine gelmek yerine kendi hastalıklarını bu dipdiri devrimlere ihraç etmeye çalışan reel sosyalist hareket, bu dinamiğin de Burada sosyalist siyasal hareketin ortaya çıkan bu yeni duruma uyum sağlamada gösterdiği başarısızlık da önemliydi. "Ekonomik altyapı belirleyicidir" önermesinden hareketle, ekonomik ajitasyonu temel alan bu yaklaşım tarzının zaten ciddi bir ekonomik sorun yaşamayan sınıfa vaad edebileceği bir şey yoktu. Zaten arabası olan birine daha iyi bir araba vaad etmek gibi bir şeydi bu. Oysa kapitalizm sadece ekonomik anlamda değil, kültürel, insani, ekolojik, cinsel vb... kısacası yaşamın tüm alanlarında sömürü ve çürüme demekti. Reel sosyalizmin etkisinde olsun ya da olmasın emperyalist metropollerdeki sosyalist hareketin bu potansiyelleri ıskalaması egemen sınıflara yeni çatlaklar yaratmak için büyük fırsatlar verdi. İnsanı/toplumu tüm ihtiyaçları ve özlemleriyle bir bütün olarak kavramaktan uzak sosyalizm anlayışı, 68'e seyirci kaldı. Daha sonrasında da hep seyirci oldu. Oysa sosyalizm seyircilerin değil, sahnedeki oyuncuların ideolojisidir. Sözkonusu yanılgıya, tekyanlılığa düşmemiş olan sosyalizm anlayışları ise 68'den güç alarak köklerini toplumun derinliklerine yayabildiler. Ülkemiz de dahil olmak üzere dünyanın birçok yerinde hala sosyalizm bayrağını dalgalandıranlar ya da şu veya bu biçimde soldan yana bir değer üretebilenler, bu anlayışın doğrudan veya dolaylı uzantılarıdır. Ve bu anlayışın en güçlü akımları, emperyalist metropollerden oldukça uzak coğrafyalarda ortaya çıkıp gelişmişlerdir. İnsanlığın gelişimini temsil edenler yine hor görülenler oldu. Dünyanın kırları da denilen sömürge ulusların halkları, emperyalizme karşı geliştirdikleri ulusal kurtuluş savaşları ile sosyalizme yeni bir soluk borusu açtılar. Ama ekonomik indirgemeci sosyalizm anlayışının etkisiyle bu soluk borusundan gelen oksijeni ciğerlerine doldurup kendine gelmek yerine kendi hastalıklarını bu dipdiri devrimlere ihraç etmeye çalışan reel sosyalist hareket, bu dinamiğin de sönümlenmesinde önemli etkilere sahip oldu. Nasıl ki burjuvazi sosyalist iktidarın ilk halini küçümseyip, hor gördüyse, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarının muzaffer halkları da reel sosyalist anlayış tarafından "bizim nükleer silahlarımız olmasa emperyalizm sizi bir günde dümdüz eder" anlayışıyla küçümsendi. Daha sonra nükleer silahların uluslararası sözleşmelerle sınırlanması bu yaklaşımı demode hale getirince bu kez de "bizim ekonomik yardımlarımız olmaksızın bir gün bile ayakta duramazsınız" küçümsemesi icad edildi. Her ne hikmetse yaşadığı tüm krizlere rağmen Küba sosyalizmi bir gün değil, 16 yıldır hiçbir yardım almadan ayakta durmayı başarabiliyor. Daha çok uzun süre de ayakta duracak gibi duruyor. Bu ve bunun gibi daha bir çok hesap hatası, reel sosyalizmin sicilinin sadece küçük bir parçası. Burada detaylarına girme gereği görmediğimiz reel sosyalizmin kendi iç hastalıkları, ve en önemlisi politik yanılgıları, oluşturduğu devletler sisteminin çözülmesini beraberinde getirdiğinde emperyalist kapitalist sistem, kendini hükmen galip saydı. Tüm dünya bir şaşkınlık içindeydi. Dünyanın üçte birine hakim durumdaki sosyalist blok, sıcak bir savaş yaşanmaksızın, hatta soğuk savaş bile sona ermişken kendi içine çökmüştü. Emekçi yığınların bilincindeki kurtuluş umuduna dair en büyük kırılma, işte bu anda yaşandı. O güne değin tüm hatalarına rağmen emperyalist kapitalist sisteme alternatif olan, işçi sınıfının iktidarını, sosyalizmi temsil eden, yeryüzündeki tüm işçilerin, emekçilerin, ezilen halklarının umutlarının, özlemlerinin varlığında somutlandığı sosyalist blok, artık yoktu. Küba ve Kuzey Kore haricinde tamamı teslim bayrağını çekmişti. Kuzey Kore'deki sistemi ise sosyalizmle ilişkilendirmek oldukça sorunluydu. İnsanlığın kendi kaderini kendi eline alma umudunun aldığı en büyük darbe buydu. O güne kadar yaptıkları tüm çalışmalara rağmen emperyalist kapitalist kampın hiçbir saldırısı, böylesine büyük bir yıkım yaratamamıştı. Kendini sosyalizmle hiç ilişkilendirmemiş, gerici düşüncelerin etkisinde, beş vakit namazındaki bir emekçi bile devletin ya da patronların bir zulmüyle karşılaştığında aklından şu düşünceyi geçiriyordu eskiden: "Sizin de it gibi korktuğunuz birileri var elbet bu dünyada. Bir gün gelir hesap sorarlar sizden de...". Komünizme dair kafasına doldurulan tüm senaryolara inansa bile şunu geçiriyordu içinden "ha bunlar sömürmüş, ha onlar; benim için ne fark eder ki?". İşte bu umutlarla yaşama tutunanların yüreklerindeki o dal, kırılmıştı. Yaşanan kırılmanın daha vahim boyutu ise o güne kadar işçi olmayı, emekçi olmayı hiç olmazsa çıkarları gereği sol ile birlikte olmakta gören genel toplumsal kanı ortadan kalkmıştı. Çünkü solcu olmanın hiçbir avantajı, getirisi yoktu artık. Eskiden siyasal görüşü sağcı olsa bile çıkarları gereği solcu sendikalarda örgütlenen işçilerin nesli tükeniverdi birden. Zaten solcu sendikalarda solculuk yapamaz hale getirilmişti. Geçmişte Sovyetler Birliğinin uzantısı olarak ele alınıp yok edilmesi gereken düşman olarak görülen sendikalar ya sistemin içine çekildiler ya da birer tabeladan ibaret hale getirildiler. Bu defa işi zor olan sosyalizmdi. Bu denli yaygın ve yerleşik bir inancı, umudu yeniden diriltebilmek, gerçekten çok güçtü. Ekim devrimiyle açılan gedik kapanmamıştı elbet. Ama düşman çok güçlü bir biçimde onarmıştı surların o kısmını. Doğal olarak nerede hata yaptık tartışmaları da başladı. Bu soruya her cepheden farklı yanıtlar verilse de, asıl önemli olan bundan sonra ne yapılacağı idi. Yaşanan sosyalizm pratiklerine bakarak ne yapmayacağını söyleyebilen çoktu ama reel sosyalizmin kendi içine çökmesinin yarattığı fırsatla ciddi bir hamle yapan emperyalist kapitalist sistem hızla evriliyordu. Bu durum, dünyanın verili durumunun da hızla evrilmesi anlamına geliyordu. Çünkü artık dünya neredeyse tamamen onların elindeydi. Dolayısıyla geçmişe dair olan "ne yapmayacağız" yanıtları da artık tatmin edici olmaktan uzaklaşıyordu. Ya da pratikte anlamsızlaşıyordu. İnsanlık tarihi açısından çok kısa bir süre sonra emperyalist sistemin zafer sarhoşluğu sona erdi. Dünyanın her yerinden emperyalizmin "yeni dünya düzeni" dedikleri sınırsız sömürü düzenine karşı muhalif sesler yükseliyordu. Bazısı sokak hareketi görünümlü bu gücün bazıları ise gerilla hareketi formundaydı. Emperyalizmin gömdüğünü sandığı hayalet yine sokaklarda dolaşmaya devam ediyordu. Bu defa adını geçmişte olduğu gibi her yerde açıkça "komünizm" olarak koymayan bu hayalet, aynı korkuyu salmaya devam ediyordu. İnsanlığın bu berbat sistemden kurtuluş umudu ve mücadelesi bitmiyordu. Bunun bitmesi, insanlığın bitmesi anlamına gelir. "İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar. ... İşte böyle, yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümleyebilir." (Marx, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, ilk sayfalar) Bugün dünya sosyalist hareketi, henüz kendini geçmişin ruhlarından arındırabilecek bir silkinmeyi gerçekleştiremedi. Bunu başarabilecek olan yeni bir devrimdir ancak. Bu devrimsel kopuşma gerçekleşmediği için hala geçmişin ruhları ortalıkta cirit atıyor. Geçmiş dediğimizde, bunun içinde Ekim Devrimi gibi, Vietnam Savaşı gibi görkemli zaferler de var, Berlin Duvarının yıkılışında sembolize olan dağılma gibi çok büyük yenilgiler de. Ancak geçmiş ruhların ortalıkta oldukça az görüldüğü durumlar da yaşanmıyor değil. Kendi coğrafyamız açısından bunun iki örneği var: Gezi ve Rojova. Gezi pratiği bize yukarıdaki alıntının özellikle son cümlesini çok iyi öğretti. Tarihin bu yeni sayfası, yeni bir dil öğrenmeyi gerektiyor. Bunu başaramayanların gelecek kuşaklarla konuşabileceği çok az ortak şey olacak. Ekim Devrimi de böyle bir etki yapmıştı. O güne kadarki marksist akımın kavrayışında böyle bir devrim olanaksızdı. Dolayısıyla bu devrim, o güne kadarki bütün düşünme biçimlerinin alt üst olmasını marksistler açısından da bir zorunluluk haline getirmişti. Gezi, kendi dilini oluşturamasa da önemli adımlar attı. Dünyayı ve toplumu algılamakta kullanılan yöntem araç ve ekollerin ciddi biçimde gözden geçirilmesi gerektiğini ve kendini bu yeni dile göre yeniden dizayn etmesi gerektiğini çarpıcı biçimde gösterdi. Reel sosyalizmin ekonomik ajitasyona dayalı söylemi nasıl ki 68'de sürece seyirci kaldıysa, günümüzü sol-sosyalist hareketi de Gezi sırasında seyirci kalmasa bile öncü olabilmenin oldukça uzağında kald


Contact the owner